• 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
  • 6
  • 7
  • 8
  • 9
  • 10
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10
Rotary de konuşmacı...

Mayıs 2002

 

Değerli Rotaryen dostlarım,

Şimdiye kadar değişik fırsatlarla birçok rotary kulübünde çok kıymetli konuşmacıları dinledim. Burada konuşmam istendiğinde de fazla heyecanlanmadım. 20 yıllık bir çocuk cerrahı ve bir senelik Tıp Fakültesi Dekanı olarak birçok yerde konuşmalar yapmıştım. Çocuk Cerrahisi ile ilgili pek ala konuşabilirdim. Ya da belki Tıp Eğitimi ile ilgili bilgilerimi aktarabilirdim. Bu sonuncusu bana daha ilginç göründü. Bu nedenle size data show eşliğinde bir sunu hazırladım. Amacım, günümüzde tıp eğitiminin neden bir açmaza girdiğini, diğer ülkelerin bu açmazdan kurtulmak için neler yapmakta olduklarını, Türkiye de ve Fakültemizde neler yapıldığını anlatmaktı.

Ancak Pazar günü, Kadir Ateşok’a burada yapacağım konuşmadan bahsettiğimde “Ne yaparsan yap, ama ne çocuk cerrahisinden ne de tıp eğitiminden bahsetme” dedi. Ona göre çok az insanı ilgilendiren bu tür konuşmalar çok sıkıcı oluyordu. Adana’ya geldiğimde ilk tanıştığım kişi olan, ilk günden beri kendimi Adanalı gibi hissetmemi sağlayan ve, üstelik çok iyi bir Rotaryen olan Kadir Ateşok’un, yanılmış olamayacağını düşündüm. Ve emekle hazırladığım o konuşmadan vazgeçtim.

Peki ne konuşacaktım? Aslında bu, bir Rotary Kulübünde ilk konuşmam olmayacaktı. Bundan 7-8 sene kadar önce Güney Rotary Kulübünde de bir konuşma yapmıştım. Ancak arada büyük bir fark vardı. O zamanlar davet ediliş nedenim Öğretim Elemanları Derneği toplantılarında yaptığım YÖK muhalifi konuşmalardı. Şimdi ise yönetimdeyim.

Ben de bütün bu kişiliklerimi birleştirerek, ama her şeyden önce bir türk aydını bakışıyla bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum…

Bireyleri inandıkları düşüncelerden vazgeçirmek çok kolay bir iş değildir. Hele toplumları ele aldığınızda, bazı düşünceler öyle benimsenmiştir ki artık üzerinde düşünülmez bile.

Buna , size biraz önce sözünü ettiğim Tıp Eğitimi örnek gösterilebilir. Tıp Eğitimi 100 yılı aşkın süredir tüm dünyada aynı şekilde yapılmaktadır. Bu eğitimde ilk 3 ya da 4 sene temel bilgiler verilmekte son 3 sene de hasta ve hastalıklar öğretilmektedir. Flexner yöntemi denen bu yöntem o kadar benimsenmiştir ki nerdeyse 100 yıl boyunca hiç sorgulanmamıştır.

Ancak 12-13 sene önce Kanada’da Tıp Fakültesi Hocaları bir şeyin farkına vardılar. Daha sonra Birleşik Devletlere oradan Avrupa’ya ve nihayet bize kadar uzanan ulaşan bu düşünceye göre Tıp Fakültelerinde doktor adaylarına verilen bilgi, hizmet verecekleri insanların onlardan beklentileriyle örtüşmüyordu. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, tıpta son yıllarda yaşanan baş döndürücü teknolojik gelişmeler ve bunun kaçınılmaz sonucu olan branşlaşmaydı. Hocalar giderek tıbbın daha küçük bir alanında daha fazla bilgi sahibi oluyor, bir süre sonra bu bilgiler onlara vazgeçilmez gibi görünmeye başlıyor ve bu bilgilerini detaylarıyla öğrencilerine aktarmaya çalışıyorlardı.

Bunun en vahim sonucu bu doktor adayları mesleğe ilk adım attıklarında ortaya çıkıyordu. Sinir uçlarından salgılanan maddelerin moleküler yapısını ezbere bilerek mezun olmuş doktorlar “Doktor Bey belim ağrıyor!” diyen bir hastayla karşılaştıklarında ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.

Bu durumu önlemek için her ülke kendisine uygun bir çözüm arayışı içine girdi. Ülkemizde de Tıp Fakültesi Dekanlarının bir kısmının oluşturduğu bir kurul 1 yıl çalışarak bir “Ulusal çekirdek müfredat” belirledi. Tıp Fakülteleri artık öğrencilerine, sadece, bu gereksiz ayrıntılardan temizlenmiş bilgileri verecekler. Detay bilgiler için ise bilgiye ulaşma yollarını öğretmekle yetinecekler. Yeni sistem, bilginin sadece içeriğini değil sunuş biçimini de değiştirecek. Artık “sage on the stage” yani “kürsüdeki bilge” anlayışı yerine “guide on the side” yani hocanın öğrencisinin yanında yol gösterici olduğu sistem benimsenecek. Ancak statükodan yana olanlar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bu yeniliğe şiddetle karşı koyuyorlar.

Dediğim gibi bazı düşünceler öyle benimsenmiştir ki artık üzerinde düşünülmez bile. Oysa büyük olasılıkla o düşünceler de ilk çıktıklarında dirençle karşılaşmışlardır. Ama karşıt düşünceler çeşitli yollarla bir kez yokolduğunda alternatifsiz kalan bu düşünceler “mutlak gerçek” gibi kabul edilmeye başlanmıştır.

Örneğin biz; Aristodan sonra, 2000 yıl boyunca, dünyanın evrenin merkezinde olduğunu, her şeyin bize göre ayarlandığını düşündük. Kutsal kitaplar öyle diyordu ve bu bizim de hoşumuza gidiyor, kendimizi daha çok önemsememizi sağlıyordu. Sonra 15. yüzyılda Polonyalı Nicolaus Copernicus dünyanın da diğerleri gibi, basit bir gezegen olduğunu ileri sürdü. Bu görüş şiddetli bir tepkiyle karşılandı. Ama kitabı ölümünden sonra yayınlandığı için Kopernik kilisenin azabından kurtuldu.

Yüzyıl sonra İtalya’da başka bir bilim adamı, Galileo Gallilei aynı düşünceyi savunarak ortaya çıktı. Birçok buluş yapmış, Roma’da üst düzey kişilerle ilişkiler kurmuş, Italya’nın tanınan insanlarından biriydi. Bir çok öğrenci yetiştirmişti, öğrencileri ona tapıyordu. Kopernikin fikirlerini savunması insanlık adına büyük bir kazançtı. Ancak 69 yaşında, bu fikirleri nedeniyle engizisyon mahkemesine çıkarıldı. Yaşı ve önemli tanıdıkları nedeniyle büyük olasılıkla zaten affedilecekti, ama o en kolay yolu seçti.

Mahkemenin isteği üzerine Papa VIII. Urban’ın karşısında diz çöktü ve mahkemeyi izleyen onlarca öğrencisinden gözlerini kaçırarak titrek bir ses tonuyla “Bu güne kadar söyleyip, yazdıklarım deli saçmasıdır. Bundan sonra kutsal kitapta yazanların dışında fikirlerle uğraşmayacağıma yemin ederim” dedi. Başı önünde olduğu için affedilirken,öğrencilerinin ağladığını göremedi. Öğrencileri, bunu hazmedemediler. Kulaktan kulağa Galile’nin mahkemeden çıkarken, sarkaca bakıp “her şeye rağmen dönüyor” dediği, yani fikirlerinde direndiği, söylentisini yaydılar. Galilei düşüncelerinin doğru olduğundan emin olduğu halde direnememişti. Oysa bu olaydan 30 yıl kadar evvel genç bir bilim adamı olan Giordano Bruno aynı mahkemeye çıkarılmış, akıl almaz işkenceler nedeniyle tanınmaz bir halde getirildiği mahkemede düşüncelerini geri alması istendiğinde:

“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Demişti. Ben masal kitabı yazmıyorum ki sonunu değiştireyim. Benim söylediklerim gerçeğin ta kendisidir.”

Ve bu genç adam Roma’da Campe de Fiore’ de yani Çiçek Meydanında yakılmıştı.

Eğer bir gün yolunuz Roma’ya düşerse, içinizden de gelirse bir karanfil bırakabilirsiniz Giordano’nun Çiçek Meydanındaki anıtına. Ama onun bir enayi olduğunu düşünenlerdenseniz, hiç uğramayabilirsiniz de semtine.

Kimi korkakça, kimi cesur, kimi yoksulluk içinde, kimi sarayda öldüler.

Ama, Kopernik, Giordano, Galile ,Kepler ve diğerleri, bize, dünyanın güneş etrafında dönen sıradan bir gezegen olduğunu ve bir turunu 365 gün 6 saatte tamamladığını öğrettiler. Artık bundan daha net ve kesin bir bilgi olamazdı. Hiç kuşku duymadık, yıllarca sorgulamadık bile. Ama big bang teorisi ortaya atıldığından beri, dünyanın güneş etrafında döndüğünden bile eskisi kadar emin değiliz. Güneşi referans almadan çizilen bir dünya yörüngesi, hiçte atlaslarda gösterildiği gibi bir elips ortaya çıkarmıyor. Aslında, güneş ve dünya (tabii diğer gezegenlerde..) genişleyen bir evrende yan yana, boyları farklı radyo dalgaları gibi hızla merkezden uzaklaşırken, dünyaya göre dalga boyu daha kısa olan güneşin etrafında dönüyormuşuz, izlenimi aldığımızı iddia edenlerin sayısı, giderek artıyor.

Yani şunu söylemek istiyorum, bize mutlak ve değişmez gibi görünen düşüncelerin bile, sadece bulunduğumuz yer ve zaman için öyle olduklarını kabul etmemiz gerekir.

Fizikte olduğu gibi toplumlarda da düşünce sistemlerinin değişmesi çok kolay olmaz. Genellikle bu uğurda kavgalar, savaşlar yapılır. Ama bazen da bu değişiklikler anlaşılmaz derecede çabuk ve direnişsiz olabilir. Bu daha çok, doğu toplumlarında görülen bir durumdur. Örneğin bizim ülkemizde de, kitlelerin çok kısa bir süreç içinde birbirine zıt düşünceler arasında topluca yer değiştirmeleri nadir olmayan bir davranıştır.

Hatırlarsınız 1970 li yıllarda seçmen oylarının hemen tamamı yani %100 ü, dört eğilimi temsil eden partiler arasında paylaşılmıştı. Bu siyasi görüşler, davalarına o kadar inanmışlardı ki, her gün her görüşten 10-15 kişi ölüyordu. Sonra 12 Eylül günü beş general çıktı ve bu dört eğilimi yasakladı ve bunu da halka onaylattı hem de %90 ın üzerinde bir oy oranıyla. Bir çok aydın bu durumda “Ee! tabii en doğrusu buydu, seçilmiş insanlar bu işi beceremiyordu. Halk da onları zaten istemiyordu” dediler. Sonra ortam duruldu yine seçimler geldi. “Ama o da ne? Oyların %100 ü, dört eğilimin devamı iddiasında olan partiler arasında paylaşılmış, askerlerin %90’a güvenerek, siyasi iktidar hevesiyle kurdukları parti, büyük kışlaların olduğu yerler dışında halktan hiç oy alamamıştı. Bu sizce ne anlama gelir? Demirel’e Erbakan’a Türkeş’e Ecevit’e %100 destek vereceksiniz, biri gelecek “bunlar vatan hainidir!” diyecek, ona %90 la sahip çıkacaksınız, sonra yine gidip aynı dört kişiyi seçeceksiniz.

Buradan insanların fikir değiştirme özgürlüğüne karşıymışım gibi bir izlenim edinilmesini istemem.

Herkes kendisini, sağcı solcu, milliyetçi, Atatürkçü gibi bir biçimde tanımlar. Ben kendimi radikal demokrat olarak tanımlıyorum. Demokrasi anlayışımın özünü de Voltaire’in “Düşüncelerinize tamamen karşıyım ama onları açıklayabilme özgürlüğünüzü hayatım pahasına savunurum” görüşü oluşturuyor. Bu görüş doğal olarak “Benim söylediğim doğru olabileceği gibi, sizinkinin doğru olma şansı da en az o kadardır” görüşünü içinde barındırıyor. Hatta her ikisinin birden doğru ya da yanlış olabilmesini mümkün görüyor.

Yine fizikten örnek verecek olursak, biz yere bıraktığımız cisimlerin düz bir yol izleyerek düştüğünü biliriz. Ancak hayatı hep hareket halindeki bir trende geçmiş, hayali bir kişi için bu görüş yanlış ve anlamsızdır, çünkü ona göre trenin dışında yaşayanların bıraktıkları cisimler bir eğri çizerek yere düşerler. Yere dik düşme sadece trenden bırakılan cisimler için geçerlidir. Ama biz biliyoruz ki, biri üzerinde yaşadığı yeryüzünü diğeri içinde yaşadığı treni referans aldığı için her ikisininki de tamamen hayali ve gerçek olmaktan uzaktır. Dünyadaki serbest düşme olayına Marstan bakan bir kişi, ikisinin de yanıldığını çok kolaylıkla fark edecektir.

Bilindiği gibi Einstein’ın görelilik kuramının temelini oluşturan referans noktası kavramı toplumsal olaylar için de belirleyicidir. Her kişinin olaylara bakışında bir referans noktası vardır. Bu nokta da onun dünya görüşüdür. Gerçek demokrat ya da radikal demokrat kendi dünya görüşünü mümkün olduğu kadar ard plana iterek olaylara tam tarafsız bakabileceği bir referans noktası arayan kişidir diye düşünüyorum. Bu nedenle bana siyasi yelpazenin neresinde olduğum sorulduğunda “ Yelpazenin sapındayım” diye cevap veriyorum. Çünkü ancak yelpazenin sapında olursanız bütün düşünce sistemlerine eşit uzaklıkta olabilir ve birbirlerine göre konumlarını değerlendirebilirsiniz. Ama tabii iş bu kadar basit değildir. Siyasi yelpaze, serinlemek için kullanılan yelpazeye benzemediğinden sapının nerede olduğunu bulmak için bile bir referansa ihtiyacınız olacaktır.

Referansınızı doğru tanımladıktan sonra tarafsızlığın ikinci kuralı olayları izleyeceğimiz uzaklığı belirlemektir. İzlenecek uzaklık olaylar hakkında ki görüşümüzü belirleyeceğinden önemlidir. Eğer uzaklığı biraz fazla arttırırsanız, her şey küçülür olay basitleşir ve siz olaya yabancılaşırsınız. Örneğin ben şimdi size güneydoğuda 120 sivilin öldürüldüğünü söylesem bu sizin şüphesiz etkileyecektir. Ama olayın Kongo’nun güneydoğusunda meydana geldiğini söylersem biraz rahatlarsınız hele olayın geçen yüzyılın başındaki bir kabile savaşında olduğunu söylersem tamamen yabancılaşırsınız.

Aynı şekilde olayları çok fazla yakından izlemek de yanıltıcı olabilir. İnkaların toprağa çizdiği şekiller yüzyıllarca üzerinde yaşayanlar tarafından görülemedi, görenler tarafından da anlamsız çizgiler olarak değerlendirildi. Ancak uçakla üzerinden uçulunca, bunların anlamlı semboller olduğu keşfedildi.

Toplum yaşamında da yapılan en sık hatalardan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Kendimizi yaşamın içine öylesine kaptırıyoruz ki hemen yanı başımızda, en yakınlarımızın dolandırıcılıklarını, ahlaksızlıklarını ya da en basitinden dürüst olmayan davranışları göremiyoruz daha da kötüsü bir süre sonra bu davranış biçimleri bize doğal gelmeye başlıyor. O nedenle uğraşı alanımız ne olursa olsun zaman zaman kendimizi olayları doğru değerlendirebileceğimiz bir mesafeye çekmemiz gerekir diye düşünüyorum.

İnsanoğlu içgüdüleri dışında referans geliştirebilmiş tek canlı türüdür. İnsan dışında kalan tüm canlıların davranışlarındaki tek referansları 3 temel içgüdüleridir yani BESLENME, ÜREME ve KENDİNİ KORUMA dır. Her durum karşısında bu içgüdülerini referans alarak hareket ederler. Bu da anlaşılabilir bir durumdur. Amaç, milyonlarca yılda oluşturulabilmiş DNA zincirindeki amino asit diziliminin yani genetik şifrenin korunmasıdır. Biliyorsunuz, tüm canlılarda DNA ya da genler sadece dört cins aminoasitten oluşmuştur. Ispanakla insan arasındaki tek fark bu aminoasit diziliminin bir bölümünün farklı olmasıdır.

Her şeye hükmeden gendir. Genler bakterileri, bitkileri, hayvanları ya da insanı, aminoasit dizilimini bir sonraki nesile aktarabilmek için “yaşam makinesi” olarak kullanırlar. Her farklı gen kendisine uygun farklı bir yaşam makinesi geliştirmiştir.Bilgi aktarımının kesintiye uğraması, milyarda bir olasılıkların gerçekleşmesiyle ortaya çıkmış genin, yani soyun geri dönmemecesine ortadan kalkmasına neden olacağından, genler giderek daha sağlam daha dayanıklı yaşam makineleri oluşturmuşlardır. Gen bireyle ilgilenmez, aminoasit dizilimini devam ettirmesi daha muhtemel kuvvetli yaşam makinelerini zayıflara tercih ettiğinden, zayıf olandan hemen vazgeçebilir.

Biz genellikle insanları diğer canlılardan ayırma eğiliminde olduğumuzdan insanların davranışlarında bu temel içgüdülerin rol oynadığını gözden kaçırırız. Oysa aç kalan aslanın bakıcısını yemesi ne kadar doğalsa, aç kalan bakıcının da aslanı kesip yemesi de o kadar doğaldır. İnsanın geliştirebildiği en büyük farklılık aslanı pişirerek yemesi ya da hardal ve ketçap kullanmasıdır.

Gen zayıf bireyden vazgeçebildiği için, kendini koruma içgüdüsüyle ,hayvanlar başta olmak üzere tüm canlılar kendilerinin diğerlerinden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışırlar. Bunun için yunuslar birbirleriyle ve teknelerle yarışırlar, maymunlar ikili, üçlü takla atma gösterileri yaparlar.

Biz insanlar için de durum pek farklı değildir. Çoğu zaman elde etmek için hiçbir çaba harcamadığımızı özelliklerimizi ön plana çıkararak onları referans alırız. Olayları, örneğin Türk olarak veya Müslüman olarak ya da Fenerbahçeli olarak değerlendiriz. Bir fransızın, bir hıristiyanın ya da bir Galatasaraylının haklı olabileceği fikrine bile çoğunlukla katlanamayız.

Tarih kitaplarında yan yana duran iki yapıdan, Sultan Ahmet Camisinin, Ayasofyadan hangi nedenlerle üstün olduğunu sayfalarca yazarız ama iki yapı arasında 1000 yıllık bir zaman farkı olduğunu görmezden geliriz. Bu tavrımızın, bundan 1000 sene sonra Adana Mersin arasına yol yapacak insanların, “Bizim yaptığımız, Türklerin yaptığından daha üstün” diye öğünmeleri kadar saçma olacağının farkına varmayız. Biz Türkler her bakımdan bakımdan üstünüzdür ama tarihte ilk türk yapıtları olarak bilinen Orhun yazıtlarını diktiğimizde Ayasofya’nın 250 Mısır piramitlerinin 2500 yaşında olduğunu görmezden geliriz.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün olabilir. Örneğin kendi dilimizi referans alarak kürtçenin 70-80 kelimeyle konuşulduğunu, doğru dürüst bir dil bile sayılamayacağını söyleriz. Ama Sefiller romanının 8000 farklı kelime kullanılarak yazılan orijinalinin mot a mot Türkçe tercümesinde 800 kelime kullanılmış olmasını görmezden gelir, bir gün başkalarının da Türkçe doğru dürüst bir dil değildir diyebileceğini düşünmeyiz.

Bazıları da dini referans olarak alıp tüm olayları ona göre yorumlamaya çalışırlar. Buna karşı çıkanların da çok sağlam referansları yoktur aslında. Çözümü, bir çok fikrin ithal edildiği batıdan, laisizmi getirmekte bulmuşlardır. Oysa batının Hıristiyan dininin baskısından kurtulmak için geliştirdiği laisizm aynen alınırken çok önemli bir fark gözden kaçırılmıştır. Batıda, rönesansta, incilin orijinalleri kasıtlı olarak yok edilmiş ve yeni nüshalarında, ruhani konular dışında kalan bölümleri (yani dünyevi işlerle ilgili bölümleri) yer almamıştır. Böylece, gerçekte papa yetiştirmek ve turist çekmek dışında bir işlevi olmayan sembolik Vatikan dışında İsa’nın dini insanların hayatlarına müdahale edemez hale getirilmiştir.

Oysa bizim dinimiz çok farklıdır. Kendisini inançlı olarak tanımlayan kişilerin bile ancak çok küçük bir kısmı tarafından okunmuş olan Kuranın, en az üçte ikilik bölümü devletin nasıl idare edileceği ile ilgilidir. Borçlar hukuku, miras, evlenme-boşanma hükümleri, her türlü suçun cezası, hatta insanların eşleriyle ne zaman, hangi şekillerde sevişebilecekleri, Kuranda açık bir biçimde bildirilmiş, ve uymayanlara büyük azaplar hazırlandığı da kesin bir dille ifade edilmiştir.

Hassas bir konu olduğu için üzerinde fazla durmak istemiyorum. Ama kesin olan bir şey var.

Laik müslüman olmak, laik katolik olmak kadar kolay değildir.

Herkesin farklı referans noktası kullandığı bir toplumda her şey bulanıktır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak zorlaşır. Bir arada yaşayan insanların, hayvanlardan farklı olarak içgüdüleri dışında referanslar geliştirmeleri gerektiğine inanıyorum.

Bunun bir örneğini son Başkanlık seçimlerinde Fransızlar verdiler. Fransız toplumunu bir arada tutan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkesini benimsemediğini düşündükleri bir düşünceye karşı, Gaulist’i, sosyalisti, cumhuriyetçisi, komünisti, bu ilkeleri referans alarak, %85 lik bir birleşme gösterdiler.

Bizim de, kurtuluş savaşı örneğinde olduğu gibi, zamanında benzer özellikler göstermiş bir toplum olarak son yıllarda yaşadıklarımızı anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum.

Kamera şakaları çekmekle ünlü bir Fransız yönetmen var. "İyi bir kamera şakasının özelliği, insanları, hiç olmayacak bir şeye inandırmasıdır" diyor. "Yani şaka olduğu ortaya çıktığında insan; "ben bu kadar saçma bir şeyin gerçek olabileceğine nasıl inandım" demelidir."

Ben de düşünüyorum da; batırılan bankalar, hastane odalarında toplanan bakanlar kurulu, başbakan merdivenleri düşmeden indi diye yükselen borsa, kendi haline terkedilmiş üniversiteler, çökmüş eğitim ve sağlık sistemi ve hiç ses çıkarmayan insanlar…. bütün bunlar bana bir kamera şakası gibi geliyor. Günün birinde duvarın arkasından bir kameraman çıkıpta kameraya el sallatırsa hiç şaşırmayacağım.

İnşallah çıkar, bu yaşadıklarımız gerçek değil kamera şakasıdır diye her duvarın arkasına umutla bakıyorum.